İSLAM TARİHİNİN İFTİHAR SAYFALARI

RİVAYET edilir ki, krallardan birisi Namık Kemal’e Kur’ân-ı Kerim ile alay eder bir vaziyette: “Kur’ân’da her şey var” diyorsunuz. “Benim başımda saç olmaması da var mı?” sualini sorar.
Bunun üzerine Namık Kemal de…
‘Toprağı verimli olan yerden Rabbi’nin emriyle güzel güzel bitkiler çıkar ve yetişir; fena ve verimsiz olan bir yerin bitkisi ise çıkmaz ve çıkan da bir şeye yaramaz. İşte ayetleri, şükredecek bir kavim için böylece açıklarız” meâlindeki A’raf sûresi’nin 58. âyetini okuyup kralı susturur.
BİR ŞEYDEN HER ŞEY YAPAN
Mezhep imamlarımızdan biri olan İmam-ı Şafiî Hz.lerine (r.a.):
“Allah’ın varlığına delilin nedir?” diye sorduklarında: “Dut yaprağıdır.” demiş ve şöyle devam etmiştir:
“Çünkü aynı yapraklan koyun yer süt yapar, an yer bal yapar, geyik yer misk yapar, tırtıl yer ipek yapar. Tadı, rengi, kokusu ve nihayet maddesi bir olan tek cins yapraktan bu kadar çeşitli güzellikler yaratan kimdir? Şüphesiz bunu ancak Allah yaratabilir, başka birinin yapması mümkün değildir.”
İSMAİL SAİB SENCER’İN KİTABİ HAFIZASI
İsmail Saib Sencer’in talebesi İstanbul Şarkiyat Profesörü Oskar Rescher (Osman Reşer), İsmail Saib Hoca’nın İlmî vukufiyetini ve hafıza gücünü bir hatırasında §öyle anlatıyor:
“Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı, hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsmail Saib Efendi’ye götürdüm. ‘Bu kitap nedir, hattatı kimdir?’ diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra, ‘yaz’ diyerek baştaki ve sondaki eksik sayfalan tamamlattı. Yazarını ve konusunu söyledi.;. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesinde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattığı kitabın aynısı karşıma çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için mecburen ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince, Hoca’nın ezbere tamamlattığı kitabı aldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi’nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca, bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm.”
***
Arapça ve Farsçadan başka Fransızca ve Almanca bilen, bir ölçüde Grekçe ve Latinceyi de anlayan İsmail Saib Sencer, bunun yanında binlerce kitabı tanıyan çok geniş bir hâfizaya sahip olması dolayısıyla çağdaşları olan yerli ve yabancı âlimlerce “fihrist-i ulûm”, “canlı bibliyografya”, “ilmin Kâbe’si”, “sanduka-i kemalat”, “kütüphanedeki kütüphane” ve “çağının Cahız’ı” gibi sıfatlara lâyık görülmüştür.
İsmail Saib Hoca’nın böylesi keskin hafızasının yanında, eski müelliflerin yazılarını tanıma, yazmaların bozuk bölümlerini bile kolayca okuma, gördüğü bir yazıdan metnin hangi yüzyıla ve hangi hattata ait olduğunu tahmin etme gibi çok üstün kabiliyetleri de mevcuttur.
Millet Kütüphânesi’nin emekli müdürü Mehmet Serhan Tayşi, onun hakkında şunları söylüyor:
“Hâfız-ı kütüb İsmail Sencer Efendi, Avrupa’daki İlmî akademilerin danışman üyesiydi. Arap Edebiyatı kürsüsünde müderrismiş. Bütün kütüphaneleri biliyor. İstanbul’da hangi kütüphanede hangi kitap var, ona soruluyor. Hafızası, nerdeyse bugünkü bilgisayarın vazifesini yapıyor. Kendisi, Süleymaniye’nin İstanbul Tasnif Komisyonu Başkanı. İsmail Sencer Efendi, Süleymaniye Tasnif Komisyonu Başkanlığından ayrılınca yerine adam bulunamaz. Onun yanında eğitim gören ve kendisine Osman adını veren bir Alman Yahudi’si bu vazifeye getirilir.”
Ord. Prof. Dr. İsmail Hakkı Uzunçarşılı’da, İsmail Saib Sencer i Katip Çelebi ile mukayese ederek onun büyüklüğünü dile getiriyor:
Büyük Türk âlimi Kâtip Çelebi ile İsmail Saib Sencer’in kitabiyyat, tercüme-i hâl, tarih ve edebiyat hususundaki bilgileri ve vukufları kıyas edilince 17. yüzyılın bu büyük âlimi, Üstad İsmail Saib’in yanında -hiç mübalağa etmeden söyleyelim- bir tilmiz (talebe) gibi kalır.”
İSMAİL SAİB GENCER VE KEDİLERİ
Osmanlı’nın son döneminde Bayezid Umumi Kütüphanesinin müdürlüğünü yapan İsmail Saib Sencer’in (1872-1940) en dikkat çekici özelliklerinden biri, Ebû Hureyre Hazretleri (ra.) gibi kedilere olan düşkünlüğüdür, öyle ki, kütüphanenin demirbaşı olan kediler yüzünden buranın adı “kedili kütüphaneye çıkmıştır.
Yakın dostu İbn ül emin Mahmud Kemal İnal, onun kedilere karşı hissettiği merhameti, yazdığı bir makalede şu cümlelerle dile getirir:
“Kedilere gösterdiği, merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi. Eski hukukumuz münasebetiyle yemeğe dâvet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekten sakınırdı. Davetime icabet ederse kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler der rahatlarını bozarlar, diye endişeye düşerdi. Birkaç defa Ramazan’da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği hâlde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücudunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı onu paylardım. ‘Sizin meskeniniz kedilere mahsus darülacezedir.’ derdim. Bîçare, boynunu büker, ibtiladır, mazur görünüz.’ derdi.
Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çektikleri akciğer, karaciğer değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetin- | de bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarf ettiğini söylerlerdi.”
Bestekâr Avni Aktuç da, onun hakkında şunları yazmıştır:
“Bazı günlerde vukua gelen kedi doğumlarında İsmail Hoca, bizzat ebelik vazifesini yapardı. İlmî müşkillerinin halli için kütüphaneye gelenler de hocanın gözüne girmek düşüncesiyle böyle ânlarda yardımlarını esirgemezlerdi. Sepetin içinde lohusalık hâlini geçirmekte bulunan kör kedi için, “gözünüz aydın” a gelenler de olurdu. Her şey tamamdı, bir loğusa şerbeti eksikti. Bu malûl kediler sürüsü arasında ömrünü bir hasta bakıcı gibi geçiren, yalnız ve yalnız kitaplarda teselli arayan hoca, bütün dünya üniversitelerinde tanınmış, eşine az rastlanan bir şahsiyet idi.”
(İtalya’da her yıl 60 bin kadar “kara kedinin bâtıl inançlar sebebiyle uğursuz sayılarak katledildiğini bu vesile ile hatırlatalım.)
O KADAR İLME NASIL KAVUŞTU
TİRMİZÎ İSMİNİ duydunuz mu? Tirmizî, “Kütüb-ü Sitte (Altı Kitap)” adıyla şöhret bulmuş hadis kitaplarından birinin müellifi… Bu büyük bilgini daha küçük yaştayken ilim merakı sarmıştı.
Üç arkadaş anlaştılar, ilim öğrenmek için yola çıkacaklar; evlerini, yurtlarını terk edeceklerdi. Bu karar onu sevinçlere boğmuştu.
Ne var ki bu sevinci uzun sürmedi. Çünkü annesi gitmesine izin vermemişti.
Ne yapacaktı şimdi Tirmizî? Biricik annesinin sözünü kırıp gidemezdi. İlimsiz de edemezdi. Çünkü okuyup öğrenmeyi çok seviyordu. Onun zevki hiçbir şeyde yoktu. Günlerce şehrin dışına çıktı. Issızlarda gezdi, ağladı, sızladı ve dedi:
“İlimden mahrum kalmamalıyım. Ben okuyup öğrenmeden nasıl yaşayacağım? Ona ekmek ve su kadar muhtacım. Okumak en nefis yemeklerden daha lezzetli…”
Bu bitmeyen ağlayışlar bir gün sona erdi. Şehrin dışında karşılaştığı yaşlı bir ihtiyar onun derdine ortak olmuştu:
“Neyin var, niye ağlıyorsun evladım?”
Başından geçenleri anlattı. İhtiyar adam:
“İstemez misin okumaya giden iki arkadaşından daha bilgin olmayı?” diye sordu.
“Elbette!”
“Öyleyse her gün gel. Sana ben öğreteceğim.”
Tirmizî zevkle şevkle tam üç yıl ihtiyara gidip geldi. Ondan çok şey öğrenmişti. Mutluydu, sevinçliydi. En büyük arzusuna köyünü terk etmeden ermişti. Allah’a şükrediyordu. Sonradan öğrendi ki bu ihtiyar Hızır Aleyhisselamd’an başkası değilmiş. Tirmizî o üstün ilme nasıl erdiğini şöyle anlatırmış:
“Annemin sözünü tuttum. Allah bana güzel kapılar açtı ve öğrendim.”
İLİM AŞKINA
DEVEDEN BAŞKA uzun çölleri aşabilecek binek olmadığı devirleri düşünün. İşte öyle bir devirde o, sırf ilim aşkına yollara düştü, kilometrelerce yolu tepti. Bazı soruları vardı. Onlara cevap verebilecek âlim arıyordu. Sonunda buldu ve sorularını sormaya başladı:
“Yer ve göklerden daha geniş olan bir şey var mıdır?”
“Gerçek!”
“Yer ve göklerden daha ağır olan?”
“Suçsuz birine iftira atmak!”
“Denizden daha engin ne vardır?”
“Kanaat sahibi kalp!”
“Kardan, buzdan daha soğuk olan şey nedir?”
“Dosttun yüz çevirmesi!”
“Taştan, demirden daha katı bir şey gösterebilir misin?”
“İnançsız kalp!”
“Yetimden daha perişan kim vardır?”
“Dedikoducu kimse!”
Cevaplar onu rahatlatmış, gönlüne su serpmişti. Sorularına cevap bulmanın zevkiyle ayrıldı.
YAVUZ VE HOCASI
YAVUZ, MISIR’I fethetmişti. Zafer marşları çalıyor, askerler coşkuyla şehre giriyorlardı. Her zaman olduğu gibi Yavuz; hocalarını, âlimleri, şeyhülislamlan yanma almıştı. Onlarla övünür, kişiliklerine büyük değer verirdi. Onları en yakınları arasında bulundurması da zaten bunun ifadesiydi.
Hemen yanında çok sevdiği hocası İbn-i Kemal vardı. Bir ara nasıl olduysa İbn-i Kemal’in atı ürktü, şaha kalktı, yerdeki çamurları etrafına sıçrattı. Yavuz Sultan Selim’in bembeyaz kaftanı da benek benek çamurlandı. İbn-i Kemal’in rengi uçmuş, yüzü sapsan kesilmişti. Padişahın celâlleneceğinden endişelendi. Yavuz ise durumu fark etmiş, gülümseyerek şöyle demişti:
“Telaşlanmayınız ye üzülmeyiniz hocam! Âlimlerin atlarının ayaklarından sıçrayan çamur bizim için bir şereftir.” Sonra da vezirlerine döndü: “Ben öldükten sonra bu kaftanı saklayınız; kıyamet gününde bizim için kurtuluş beratı olacaktır.”